4 Nisan 2016 Pazartesi

DOĞRU İLE YALAN /NURULLAH ATAÇ




Her doğruyu söylemeye gelmezmiş, birtakım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekmiş… Peki ama, bir doğruyu söylemek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek sürmesine bırakmaya hakkınız var mıdır?… Bu yalanlar kutsalmış, onlara dokunmaya gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. Ama duygularını birer düşünce saymaktan çekinmeyenler böyle saçmalarla kolayca bağdaşabiliyor.
Birtakım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik (aristocratie) -aristokrat- düşüncenin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!… Öyledir kişioğlu: kendisi için ille birtakım ayrıcalıklar ister. Eski acunun kibarlığı, aristokratlığı yıkıldı ama onun yerine aydınlar türedi…
Bir kişi olarak ilk ödevimiz, yalan olduğunu anladığımız düşüncelerden benzerlerimizi yani bütün kişileri kurtarmaya çalışmaktır. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur.” diyen kimse, öğrendiği anladığı doğrulara layık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: Bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu. Ancak kendisini düşünür, büyük görmek için bir yol arar.
Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalan yayıyoruz demektir.

KİTAPLIK VE OKUMA




Evde bulunduğum zaman hayatım daha çok kitaplığımda geçer; oradan ev işlerini yönetmek imkanını da bulurum. Giriş kapısının hemen üstündeyim; hem bahçeyi, kümesi, avluyu görürüm, hem de evimin öteki bölümleri içinde sayılırım. Hiçbir düzene uymadan, hiçbir amaç gütmeden bir bu kitabı, bir şu kitabı karıştırırım; zaman olur hayal kurarım, zaman olur kurduğum hayalleri ya kendim yazarım ya da bir aşağı bir yukarı dolaşarak başkasına yazdırırım.
Kitaplığım bir kulenin üçüncü katındadır; birinci katta tapınak, ikinci katta da yalnız kalayım diye sık sık yattığım bir oda ile eklentileri, kitaplığın üstünde ise büyük bir sandık odası vardır. Eskiden kitaplık, evimin lüzumsuz yeriymiş. Bense hayatımın çoğu günlerini, günlerimin de çoğu saatlerini burada geçiriyorum.
Kitaplığım yusyuvarlak bir oda; masamla sandalyemi alacak kadar yer var; bir bakışta kitaplarımın tümünü birden görebileceğim şekilde düzenlenmiş beş raflı dolaplar çember halinde duvarları kaplar. Odanın, on altı adım çapında boşluğa bakan çok geniş ve çok güzel manzaralı üç penceresi var. Kışın daha az bulunurum bu odada; çünkü adından da anlaşılacağı gibi evim bir tepenin üstündedir; hiçbir odası da bu oda kadar yer almaz; bir gayret sarfetmemi gerektirdiği, ıssız bir yerde olduğu için hoşuma gider; böylece, hem çalışmamın verimli olmasını sağlar, hem de topluluktan beni uzak tutar. Oturduğum yer, böyle bir yer işte; orada tam bir egemenlik kurmaya, yalnız orasını karımdan da çocuklarımdan da, toplum hayatının geleneklerinden de uzak tutmaya çalışırım. Başka nerde olursa olsun egemenliğim sözde kalır: aslında zaten şüpheli bir egemenliktir bu. Evinde kendi kendisiyle başbaşa kalacak, kendi kendine övgüler söyleyecek, şundan bundan kaçıp gizlenecek bir yeri olmayan kişi benim gözümde zavallının biridir. Gösterişe düştün olanların bu huyları çok pahalıya oturur onlara; Pazar yerlerindeki heykellere benzerler de ondan: “Büyük başın derdi büyük olur”.


Gençken gösteriş olsun diye okurdum; sonradan, biraz da kendimi yetiştirmek için okumaya incelemeye başladım; şimdi ise vakit geçirmek, oyalanmak için yapıyorum bu işi; çıkarımı sağlamak aklımdan bile geçmedi. Kitaba karşı içimde, beni paradan çıkartan aşırı bir sevgi vardı; yalnız kendi ihtiyacımı karşılamak için değil, üç adım uzaktaki çevremi doldurmak, süslemek içindi bu sevgi; bir hayli oluyor, onu da bıraktım.
Seçmesini bilen için kitabın çok hoş meziyetleri vardır; ama her nimet bir zahmet karşılığıdır; bu zevk de ötekiler gibi belli ve arık değildir; kendisine öz, çok ağır yükleri vardır; okudukça ruh gelişir, ama kalıp, benim hiçbir zaman yüzüstü bırakmadığım kalıp, hareketsiz kalır, yıkılır, ezilir büzülür. İhtiyarlığa yöneldiğim şu anda fazla okumak kadar zararlı, kaçınılması bunun kadar gerekli bir şey bilmiyorum ben.


RUHUMUZDAKİ RENKLER




Gönlümüzün güzelliği sevgi ise, beynimizin güzelliği de düşünebilme yeteneğimizdir. O yeteneği her an, her dakika kullanalım. Unutmayalım ki düşünen insan, özgür insandır.
Kişi düşünebiliyorsa pek çok sorununu çözümleyecek, pek çok şeyi bilecektir. Herkesi dinleyin. Annenizi, babanızı, arkadaşlarınızı dinleyin. Sonra da düşünün ve sorular sorun… Neden? Nasıl? Nerede?
Sonra da oturup kararlarınızı kendiniz alın. Kararları yalnız aldığınız zaman, eziyetler de güçlükler de sonuçta bütünüyle size aittir artık. Karar alırken sorumluluk almayı da bilin. İşte bu, büyümek ve olgunlaşmaktır; özgür insan olma yolunda atılan ilk adımdır.

Büyüklerinizle, yaşıtlarınızla, kendinizden küçüklerle konuşun, tartışın. Konuşarak pek çok şey öğrenildiği gibi, pek çok sorun da çözümlenebilir. Toplumumuzda, bu tür konuşma pek yaygın değil ne yazık ki! Ya susuyor, ya bağırıyoruz. Konuşmayı bilmiyoruz. Sizler bunu değiştirin.
İçimizin bir başka güzelliği de iyimserliktir. Yüreğinizin ibresi hep iyimserlikten yana olsun.
Asırlardır kötümserler, köşelerinden dünyanın kötüye gittiğinin doksan dokuz nedenini sayarlarken iyimserler epey yol almış; pek çok iş başarmışlardır. En azından denemişlerdir.
Zaten yapılan araştırmalar, başarılı olanların üstün zekalılardan çok, sıradan ama olumlu ve iyimser kişiler olduğunu ortaya koyuyor.
İçimizdeki güzellikler arasında neşenin yeri bambaşkadır. Hele gençliğinizin getirdiği neşe ve kahkahaları sakın kısıtlamayın. Bazı kişilerin “Sırıtıp durma!” gibi bilgece (!) uyarılarına aldırmayın. Tam tersine daha çok gülün. Bol bol kahkaha atın. Sorunlarınıza bile gülerek bakabilirseniz yükünüz anında hafifleyecektir.
Güldürü dergileri, neden bu kadar çok okunuyor sanıyorsunuz?
Onca sorunun, çevre kirliliğinin, savaşların, ölümlerin, çıkarcılığın, cahilliğin yer aldığı dünyamızda sevgi, iyimserlik ve neşeye her zamankinden fazla gereksinmemiz var. Bu nedenle hayatınızı daha güzel yaşamak istiyorsanız, önce içinizdeki güzellikleri geliştirin, ortaya çıkarın.
Sevinin, düşünün, konuşun, iyimser olun ve doyasıya gülün!

AĞLAMAK MESELESİ/NAZIM HİKMET RAN

  



Nasıl etmeli de ağlayabilmeli
farkına bile varmadan?
Nasıl etmeli de ağlayabilmeli
ayıpsız,
aşikare,
yağmur misali?

Neylersin alışkanlık
için kan ağlarken yüzün güler
dikilitaş gibi dinelirsin yine.
Yavrum, erişmek ne müşkülmüş meğer,
anneler gibi ağlamanın yiğitliğine?




NİSAN YÜZLÜ SEVGİLİM/TARIK TUFAN





Sana söyleyecek bir şeyim kalmadı. Artık hiçbir cümleyi tamamlayacak gücüm yok. Belki utanç, belki yılgınlık bütün kelimelerimi alıp götürüyor. Böyle zamanlarda hayat, saçları kökünden kazınmış müntehir bir travestinin bileklerinden sızan sırnsıcak kandır, kimsenin el süremediği. Şimdi ucuz bir otel odasının küçücük tuvaletine sıkışmış bir hayatın eşiğinde duruyorum ve sana söyleyecek hiçbir şeyim kalmadı.

Nisan saldırıyor üzerime sevgilim. Nisan çalıyor bütün sözcüklerimi. Yüzünde parlayan güneş bir anda kaçıp, yaşlar boşalıyor gözlerinden. Ben nisan şaşkınlığında yitiriyorum öykünün geri kalan kısmını.
Nasıl bitiyordu? – İyiler nereye gittiler?

Kadınlar ve çocuklar nasıl kurtulacaklar?
Bir yağmur böylesine nasıl savurabilir bir insanı? Yağmur değil sevgilim, gözlerinden aktığımdan bu yana darmadağın üstüm başım. Saçlarında biriken kelebek kanatlarını talan ettiklerinden bu yana utanç kemiriyor kalbimi. Saçlarını işgal ettiklerinde kaçtığım sokaklarda düşürdüm şahdamarımı.



Şimdi yaşamak, ucuz ekmek kuyruğunda bekleyen bir genç kızın saklamaya çalıştığı yüzüdür.

Şimdi yaşamak, bebeğini terkeden bir kadının göğüslerinden akan hüzündür.
Nisan yığılıyor üzerime sevgilim.
Ansızın yağan bir yağmurun, avuçlarından düşen ölü kuşları topluyorum, sokak aralarında. Hiç bu kadar kimsesiz olmamıştım. Hiç bu kadar sensizlik akmamıştı damarlarımda. Böylesi bir yoksulluğa düşüşüm ilk kez.

Buralardan git istersen nisan yüzlü sevgilim. İstersen buralardan git. Sana söyleyebilecek hiçbir şeyim kalmadı. Kaçamak sözlerle gizliyorum utancımı. Kimsesizliğimi kalabalık cümlelerde saklıyorum. Saçlarını işgal ettiklerinden beri yürümüyorum bu sokakları. Ölü savaşçıların cesaretinden merhamet dileniyorum. İstersen git ve cesur bir kalbin ovalarında yürü. Cesur bir kalbin sabah rüzgarında saçların dağılsın.
Sana gözlerimde izi kalan son hayallerini vereceğim.
Sana parmak uçlarımda kalan son duamı vereceğim.
Sana kirpiklerimde takılı son bakışlarını vereceğim.

İstersen artık git ve ben bir nisan gecesinin acımasızlığında, asla baştan sona söyleyemediğim bir dağ türküsünün sözlerine bırakayım kendimi. Sokaklara düşmüş kadınların heveslerinde yakayım kalbimi.
Nisan yüzlü sevgilim.
Ben bir çay bardağına sığınıyorum şimdilerde. Kahvede oturan yaşlı adamın filtresiz sigarasından yükselen dumana sığınıyorum. Caddenin kenarında bekleşen amelelerin, dirsekleri aşınmış berbat renkli ceketlerine mesela. Böylesi küçük, böylesi gözden uzak şeylere sığınıyorum anlayacağın. Savrulan hayatların, kimselerin görmediği küçük ayrıntılarına. Gösterişsiz yaşam öykülerinin korunaklı yalnızlığına bırakıyorum kendimi,
Konuşmak yaralarımı acıtıyor. Konuşmak bir ip gibi boynuma dolanıyor. Dilim dolanıyor bu sıralar. Sana söyleyebilecek bir şeyim kalmadı.
Aylardan nisan.
Dışarıda deli gibi bir yağmur, hazırlıksız yakalıyor herkesi.
Beklenmedik bir rüzgar sürüklüyor ne varsa önünde.
Ben bir rüzgarda sürükleniyorum.
Konuşmak yoruyor.
Dışarıda yağmur var ve gitmek için iyi bir gün.
Yağmur var ve herşeyi gizlemek için İyi bir gün.
Nisan üzerime yığılıyor sevgilim.
Ben…
Veda etmeye çalışıyorum…

Hepsi bu…


DEVRİM YERYÜZÜNE YALIN BİR BAKIŞTIR/TARIK TUFAN




Gözlerin alabildiğine uzakları görebilmeli baktığında.

Şehrin her bir köşesini ve her köşesinde başka bir hayata dönüşen gölgeleri fark edebilmeli. Sahici olan ne varsa ve içinde yaşamak adına bir giz taşıyan ne varsa fark edebilmelisin. Böylece zaman senin kollarında uzamalı. Bazen akrebi sımsıkı avuçlarında tutmalısın. Kimi zaman da bir yelkovanın sırtında savaşmalısın ara sokakların içinde.

Gözlerin alabildiğine uzakları görebilmeli her baktığında.

Gizli akıtılan gözyaşlarının, yarım kalmış hesabı hırslandırmalı yüreğini. Soğuk bir oda da, eskimiş bir yatağa uzanmış ve kısık yanan bir lambaya saatler boyunca bakan bir adamın incinmişliğine dikkat kesilmelisin. Onurlu bir adamın incinmişliğiyle pusulanmış sokaklarda yürüyüp, ihanetin ayak izlerinde okumalısın hayatın kaypak yüzünü.
Çekip giden bir kadının geride bıraktığı son hicaz hüzünleri özenle toplamalısın odanın içinde. Bir kristal bardağı tutuyormuşçasına özenle toplamalı ve mümkün olduğunca gözlerden uzakta tutmalısın.

Hırçın bir kuzey rüzgârı gibi esmeli bakışların kentin sokaklarında.
Bir kadının saçlarından ateşi çalmalı ve yoksul erkeklerin parmak aralarına salmalısın. Yoksul evlerin ocaklarından kaynayan yalancı tencereleri görmeli ve tahta altını yitirmiş çocuklarla yürümelisin savaş alanına. Vitrinlerden ganimet toplamalı çocuklar ve zengin korkulardan pay kapmalı gecekondu sokaklarına. Zengin düşlerden doldurmalılar kirli avuçlarına. Sen sokakların başını tutmalısın ve aynasızların sirenlerine kulak kabartmalısın.

Gözlerin alabildiğine uzakları görmeli baktığında.

Herkes el ayak çektiğinde sokaklardan yüksekçe bir yere çıkmalı ve Kudüs’ü izlemelisin gece yarılarında. Kayan her bir yıldıza selam durup, taş atan avuçlarını okşamalısın çocukların. Sonra Mekke’den gelen bir rüzgâra yüz sürmelisin. Eski zamanlardan kalma selamlar doluşmalı koynuna.
Taşın altındaki siyah adamın iniltilerine kulak kesilmelisin ve hayat her sabah yeniden yaratıldığında, sen yeniden ayaklarının altında kanayan yaralarını sarmalayıp yürümelisin.

Dik başlı yürüyüşlerin olmalı.
Her aşkı feda edebilecekmiş gibi duran çelik bir kalp taşıyormuş gibi asi, umarsız ve ifadesiz bakışlarla yürümelisin. Fakat hiç kimse bir yaprağa gözyaşı dökebilecek olmanı anlamamalı. Güçlü ve direngen yürüyüşlerin olmalı.



Gözlerin alabildiğine uzakları görmeli her baktığında.

Bir gece kimselere fark ettirmeden kimsesizler mezarlığına gömülen bir genç kızın cesedini görmelisin. Gözleri bağlanmış bir adamın, çığlıklar gelen bir odaya adım atarken irkilmesini görmelisin. İki adımlık bir voltanın ürküten yalnızlığına dikkat kesilmeli bakışların. Tecrit edilmiş hayatların kimselerin duyamadığı iç çekişlerine çevirmelisin bakışlarını.

Acıyı fark etmeli gözlerin.

Bir okulun önünde utanca dönük genç kız adımlarını fark etmeli.
Fabrika önünde üç kuruşluk boyun eğmeleri fark etmeli.
Hayata yalın bir bakış fırlatmalısın.
Ne varsa etrafında, şehri istila etmiş ne varsa.
Bir yaşama şahitlik etmenin yorgunluğuna aldırmadan, yalın bir bakış fırlatmalısın uzak yerlere bile. Senin fark etmediğin hiçbir soğuk ev kalmamalı.
Gözlerin alabildiğine uzakları görmeli.


“Ve devrim; yeryüzüne yalın bir bakıştır…”

SÖZ AÇINCA







Fırtınaları ayağınıza

Meltemleri saçınıza yollayacağım.


Yakamozlar tırmanacak göğsünüze


Martılara söyleyeceğim gelsinler.


Sivriada'nın boz tavşanları


Kulağınıza fısıldayacak.


Sandalsız balıkçılar da gelecek.


Ay ışığını


Martının sırtından alıp


Akşam üstlerini


Kordela balığından


Karabataklardan karanlığı


Ben alıp getirsem...

Nisan yağmurları yağmış Levent'e


Onlar tanıklık etsinler olmazsa.


Nisan yağmurları tane tane.


Benden yana konuşacaklar bakın

Cümle balıkçılar


Karidesler, pavuryalar, böcekler


İstakozlar.

Akdeniz adalarına haber yolladım


Sardunya Adası benden yana çıkacak


Yırtık yelkenler benden yana.


Benden yana bu yas dökülmüş sandallar


Medarı Maişet, Şemşiri Hücum, Maksut Kaptan


Ceylanı Bahri, Denizkızı, Bereket motorları benden yana.



Ama ben yine de tavşanları


Sivriada'nın boz renkli tavşanlarını


Kimselere değişmem.


Onları göndereceğim kulağınıza


Fısıldamaya


Meremet yapan Ermeni kadınları var ya Kumkapı'da.



Arslan gibi kadınlar


Memelerinden sert balıkçılar süt emmiş


Ak düşmüş saçlarına erkek yürekleri açılmış.



Meremet yapan kadınlar


Onlara da açtım bu sevdadan.


Hepsi


Marmara


O canım su


Sivriada


O yalnızlık, kimsesizlik, balıkçının hürriyet heykeli.

Dülger balığı


O canavar görünüşlü


O uysal balık.


O sandallar, o tavşanlar, o motorlar


Hepsi hepsi gelecekler.


Deniz diplerinden yakamozlar


Dikenleri batan süngerler


Hepsi hepsi gelecek.


Benim için konuşmaya, dinlersen


Onlara da açtım bu sevdadan.





SEVGİ



Sevgi, insanın içini ısıtan sıcacık bir duygudur. Sevgi insan olmanın temel gerekliliklerinden biridir.Yaşamak için nasıl yemek,  su ,nefes  gerekliyse sevgi de bir o kadar gereklidir. Sevgi olmadan yaşamanın da hiçbir anlamı olmaz. Sevgi hiçbir bedeli olmayan bir hazinedir.


Sevgi para pul ile satın alınamaz. Ne kadar zengin olursanız olun insanın temel ihtiyacı olan bu duyguyu para ile satın alamazsınız. Sevgi içten gelir, kişinin yüreğinin derinlerinden seslenir insanlara.Dünyada en değer verdiğiniz varlık ya da nesne bir kuş kanadı gibi çırpınır durur yüreğinizde.
Yüzyıllardır sevgi üzerine şiirler söylenmiş, şarkılar yazılmış, resimler yapılmış ,sevgi en güzel şekilde sanat eserlerine yansıtılmıştır. Çünkü sevgi yüreğin yansımadır.Sevgi insanın sevdasını tüm dünyaya yansıtmak istemesidir. Bu da sanat ile sevginin birbirine sevdalanmasını sağlamaktadır.


3 Nisan 2016 Pazar

YÜREK DOKUNUŞU



Şefkat; herhangi bir canlıya karşı acıma, üzülme ve merhamet etmekten dolayı beslediğimiz sevgi, gösterdiğimiz duygusal hassasiyet olarak tanımlanabilir. Her canlıda şefkat duygusu hakimdir; ancak bu duyguyu bilinçli bir şekilde gösteren tek varlık insandır. Bu nedenle insanların şefkatli veya şefkatsiz olması mümkündür. Oysa hayvanlar bu duyguyu kendi bilinçli iradeleriyle sergilemedikleri için onlarda şefkatsizlikten bahsetmek biraz zordur. 

   Örneğin doğanın ve yaradılışlarının bir gereği olarak her tavuk civcivlerine karşı muntazam bir şefkat duygusu besler. Bu, Allah'ın kanunudur. Hiçbir tavuk göremezsiniz ki civcivleri yumurtadan çıktıktan sonra onları terk etmiş veya korumamış olsun. Aksine; yavrularına duydukları şefkat ve koruma içgüdülerinden dolayı aslan kesilir, onları her türlü tehlikeden hayatları pahasına bile olsa korurlar. Normal şartlarda yavrusu olmayan bir tavuğa yaklaşsanız ürkek tavşan gibi korkar, kaçarlar. Ancak özellikle yavruları yeni çıkmış bir anne tavuğa yaklaşmak bile yürek ister; zira o yavrularını korumak için gagasıyla ve pençeleri ile hiç korkmadan saldırıya geçer. Şefkat, kısmen insanlarda da vardır. Ancak hiçbir şefkat duygusu, bir annenin sahip olduğu şefkat duygusu kadar ağır basamaz. Annelerin evlatlarına duydukları şefkati ölçmek bile imkansızdır. Elbette ki şefkat sadece annelerde olması gereken bir duygu değildir. Aksine bu duygu, her insanda olmalıdır. Çocuklara, hayvanlara, yardıma muhtaçlara şefkat duymak hepimiz için gerekli bir durumdur.


   Şefkatin olmadığı bir yerde zulüm vardır. Zulüm ise, güçsüzleri, yoksulları, düşkünleri ezmek, onları yok saymak veya canlarına zarar vermektir. Her çocuğun kalbindeki şefkat duygusu geliştirilse, bu dünyada zulüm, savaş diye bir şey de kalmaz. Bu konudaki en büyük görev de öncelikle annelere, daha sonra ise babalara düşmektedir. Henüz küçük yaşlarda aşılanan şefkat duygusu, kişinin yetiştiğinde bile zulme, savaşa karşı olmasını, yardımsever ve iyiliksever olmasını sağlar.

İÇ DÜNYAMIZ





İnsan psikolojisi her şeyden önce zihinsel bir süreç.Psikolojik hastalıklar aslında halk diliyle tabir edilen biçimde “hastalık hastası olma” hali diyebiliriz.Öncelikle kendimizle ilgili teşhislerde bulunurken insanın tabiatını iyi tanımalıyız.Nasıl yeni bir makine , alet her neyse aldığımızda öncelikle kullanmasını öğrenirsek , öğrenmeden kullandığımız zaman bozacağımızın farkında isek,kendimizi de kullanmadan önce -ki insan kendini kendini yapan ve kullanan bir varlıktır- kendimizi tanımalı, öğrenmeliyiz.Ama insan makine değildir ki her şey teoride ki gibi uygulansın.Dünya da ne kadar insan var ise o kadar alem var.Herinsan bireyi ayrı bir dünya-okunması gereken-.Yine de benzer özelliklerimizde çok fazla diyebiliriz.Her insan sever ,üzülür ,düşünür,korkar, kıskanır, bencilleşir.

 Her birey olarak bizde insan tabiatına sahip olduğumuza göre insanın tabiatını tanımalıyız. İnsan tabiatı gereği gerilimlere örülü ve dualist -ikili -bir yapıya sahip.İnsan benliğinde çatışma yaşayan bir varlıktır.Bunu kabul etmeliyiz bir insan bireyi olarak.Çatışmasız insan olmaz.Çatışma zaten insanda vardır,diğer varlıklar bunu yaşamaz.Eğer bunu kabul edersek,benimsersek bir çok sorunumuzu ‘sorunsallaştırma’yacağız.İçinden çıkılmaz gibi görüp sorunlarımızla aramızda duvar örmeyeceğiz.Sorun demek İnsan demek.Sorumsuz insan olabilir ama sorunsuz insanolmaz.Zaten sorumsuzlukta bir sorundur.İnsanda sorun bitmez sadece değişir.


İşte önemli olan kendimizin, tabiatımızın farkında olarak ,deve kuşu gibi kafamızı benliğimize gömüp kendimizden başka sanki kimse sorun yaşamıyormuş gibi bakmadan her insan teki olarak bizde sorunlarımıza müdahale etmeye çalışmalıyız.Zaten psikolojik problemler abartıdan öte bir şey değildir.İnsan bir şeyi pire iken deve yapar.Aslında piredir ama o deve olduğunu zannederek deve haline getirir.Ama insan olduğumuz için de bu kaçınılmaz; ‘Abartı’ var tabiatımızda.Önemli olan bu tabiatımızı görüp abartmamaya çalışmak, her şeye olduğu gibi bakmaya çalışmak.

İşte buradan da şu sonuç çıkarılabilir; İnsan olarak eğitilebilir varlıklar olduğumuz.İnsan olarak kendi kişiliğimizi eğitme şansınasahibiz.Sivri yönlerimizi törpüleyebiliriz, eğri yönlerimizi doğrultabiliri, çarpık bakışlarımızı düzeltebilir,aşırı ve gereksiz yoğunlaşmalarımızı azaltabiliriz.Tabi burada eğitim derken sadece örgün eğitimden bahsetmiyorum.Kişiliğimize katkı sağlayabilecek her çabadan bahsediyorum.Aslında şu doğru değil; insanın sorunlarını kategorize ederken psikolojik sorunlar aslında normal insanlarda olmayan sorunlardanmış gibi görmek.Bu doğru bir bakış açısı değil.Her insan bireyinin psikolojisi olduğuna göre psikolojik sorunlar olarak insana ayrı bir başlık açmaya gerek yok.Çünkü insan bir bütündür her şeyiyle.Parçalamak çok doğru değil.Bütünü görmeden ,değerlendirmeden direkt parçaya müdahale etmeye çalışmak başım ağrıyor diye başı toptan kesmeye benzer.Oysa ağrının sebebi tek değildir.Bir çok etkenolabilir.Genel anlamda çok ileri ,uç ,çok şiddetli sorunlar olmadıktan sonra her insan bireyi kendi sorunlarını kendi aşabilir diye düşünüyorum


CESARET



Cesaret; kişinin karşılaştığı herhangi bir güçlükle baş edebileceğine inanarak, elindeki tüm olanakları akıl ölçüsünde kullanmak olarak tanımlanabilir. Günümüzde bu kelimenin sayısız tanımı yapılmaktadır. Ancak çoğu defa, cesaretin yanlış tanımlandığı da söylenebilir. Örneğin cesaret, akılsız bir şekilde, gücün yetmeyeceği bir duruma karşı koymak değildir. Düşünün ki bir adam cesaretli olduğunu iddia ederek bir aslan kafesine girmiştir ve aslan tarafından feci şekilde parçalanmıştır. Bu adamın sahip olduğu şeye cesaret demek mümkün müdür? Elbette ki hayır. Adamın yaptığı sadece bir ahmaklık, bir akılsızlıktır.


   Cesaretten ayrı düşünülemeyecek bir kavram vardır ki o da mantıktır. Mantığını kullanarak zorluklara veya korkulara karşı koyabilen insan cesaretli insandır. Cesaret, insanların başarıya ulaşmasındaki en önemli etkenlerden biridir. Bir işi başarmanın en temel yolu, o işi başarabileceğine inanmak ve o işe başlama cesaretini göstermektir. Cesur insan, başarmak istediği herhangi bir işin veya uğraşın olumsuz sonuçlarını düşünmez. Düşünse bile, bu olumsuzluklara göğüs gerebileceğini bilir ve gözü kara bir şekilde hedefine odaklanır. Cesaretsiz insanların başarıya ulaşması ise çok zordur. Cesaretsiz insan daima pimpiriklidir. Ya olmazsa, ya başaramazsam, ya bana bir şeyler olursa, ya zarar edersem korkuları ile yaşar. İçinde sürekli bu korkuları barındırdığı için de zafere götüren yola yolcu olamaz. Cesaret, doğuştan gelebileceği gibi, sonradan da öğrenilebilecek bir yetidir. Zayıf duygularını bastırmaya çalışan insanoğlu, bu zayıf noktalarını güçlendirme yetisine sahiptir. Cesaretin zıt anlamı olan korkuyu yenmenin en güzel yolu, korkulan şeyin üstüne gitmek ve onu yaşamaktır. Örneğin uçağa binme korkusu olan birinin bu korkusunu yenebilmesi için uçağa binmesi şarttır. Bir kere buna cesaret edebilirse, büyük ihtimalle o korkusunu ortadan kaldırabilecektir. Ancak bu zayıf duygusunun üzerine gitmeyip, uçaktan uzak kalmayı tercih ederse, ömür boyu o korkuyla yaşamak zorunda kalacaktır.



   Yapımız gereği, hepimizin korkuları bulunabilir. Ancak önemli olan, korkularımızın üzerine giderek bunları yenmek ve cesarete sahip olmaktır. Cesur insanlar toplum içinde sevilir ve sayılırlar. Her yerde hürmet görürler. Cesaretin meyvesi başarıdır. Cesareti çok olanın, başarısı da bol olur.

HAYAT KÜÇÜK ŞEYLERDEN OLUŞUR



Hayat bizlere sunulmuş bir armağandır. Bu dünyada hayat bulmamız, varlığımızı devam ettirmemiz biz insanlara bahşedilmiş büyük bir ödüldür. Hepimiz bu hayata geldik, yaşıyoruz ve bir zaman sonra bu hayata veda edeceğiz. Herkes uzun yaşamak ister ancak ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım bu hayatın sonu mutlaka bir gün gelecektir.
Hayat gerçekten çok kısa ve zaman su gibi akıp geçiyor. Daha dün gibi aklımızda olan anılarımıza şöyle bir göz attığımızda üzerinden ne kadar uzun zaman geçtiğini fark edip hayıflanıyoruz. Bu kadar kısa olan bir ömürde önemli olan unutulmayacak anılara sahip olmaktır. Bize verilen ömrü güzel ve başarılı işlerle geçirirsek ömrümüzün sonu geldiğinde bu dünyadan mutlu ve huzurlu şekilde ayrılırız. Hepiniz duymuşsunuzdur genel bir kanı vardır: Önemli olan uzun yaşamak değil, önemli olan güzel yaşamaktır.

Bu hayatın nasıl geçtiği çok önemlidir. Hayatımızı güzel ve mutlu bir hale getirmek ise tamamen bizim elimizdedir. Biz mücadele eder, zevk aldığımız ve başarıya ulaştığımız işler yaparsak hayatımızı da dolu dolu yaşamış oluruz. Bu nedenle yaşamımızda her zaman bardağın dolu tarafından bakmalı ve bu dünyayı kendimize verilmiş bir armağan olarak görüp hakkını vererek yaşamalıyız.


31 Mart 2016 Perşembe

VAV İLE ELİF



İnsan vav şeklinde doğar, bir ara doğrulunca kendini elif sanır. İnsan iki büklüm yaşar, oysa en doğru olduğu gün ölmüştür. Kulluğun manası vavdadır, elif uluhiyetin ve ehadiyetin simgesidir. O yüzden Lafz-ı ilahi elifle başlar. Elif kainatın anahtarıdır, vav kainattır. Rabbi vav gibi mütevazı olsun ister kulları. Musa dal olmuştur ama Firavunun gözü Elifte kalmıştır. İbrahim ateşte vavdır, 

Nemrut bizzat ateşe odun. Yunus, vav olup balığın karnında anca kurtarmıştır kendini. İnsan iki büklüm olunca rahat eder ana karnında. Boylu boyunca uzansa da kim rahattır mezarında? Vavın elifle münasebeti ne kadar iyiyse, kainatın dengeside o kadar düzgündür. Kim kimi hatırlarsa evvel o ona koşar. Kainatta tüm cisimler boşlukta dönerken insan belki o yüzden boşlukta kalmamış, Rabbi onu imanla doldurmuştur. Evvelde eliftir, bir ilahi nefesle ahirde vav olur kainat. Manayı bilmeyenler vav diyemez vay der. Buna anlamca vaveyla denir. Yani vav olamadıkları için feryad edenlerin halidir. Elif bir ağaç ve insan onun dalıdır. 

Azrail budadıkça nefesleri daha gür çıkar sesleri. Herbiri Dal olur ve o ağaçtan beslenir. Vav olur o ağacın gölgesine sığınır. Ve Allah insana seslenir, peygamber eliyle ulaşan mesajı hem dal hem vav ol der insana. "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir. İyiliği emrederler; kötülüğe engel olurlar. Namaz kılarlar, zekat verirler. Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakimdir." Başkasının önünde eğilmek ne zordur. Birilerinin emri altına girmek ne ağırdır. Krallara boyun eğmemiş insan görmediği bir varlığa mı itaat edecektir? İnsan kendinin bile farkında değildir iki lam birbirine sarılıp kainatı ayakta tutan sütunlar gibi durmuştur elifin ardında, kainatın gezegenleri yuvarlanıp son harf misali peşinden giderken, insan yolculukta geri kalmanın acısını ne zaman anlayacaktır. Zordadır sığınacak yeri yoktur. Evrene ve seslere kulak verenler duyar yeniden o kutlu çağrıyı; 

"Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Rablerine kavuşacak ve O’na döneceklerini umanlar ve Allah’a gerçek bir saygı gösterenlerden başkasına namaz elbette ağır gelir" Sonra çağırır insanı, belki cennet kokusunu duyurmak içindir bu davet, belki kendi yanına çağırıyordur. İşte o ayet: “Secde et, yaklaş!” Eğil ve ben senin başını göklere erdireyim, yıldızları ayağına sereyim, sana gezmekle bitiremeyeceğin cennetler, sayamayacağın nimetler vereyim demektir bu. Secde et, vav ol, vay dememek için...




DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY DEĞİŞİM





İnsan denilen varlık değişmeye o kadar müsait ki... Neden mi? Çünkü düşünebilen tek yaratık... Düşünebilen bir varlık değişmez mi? Elbette değişir... Her gün değil her dakika değişir hem de... Kimisi iyi anlamda kimisi kötü anlamda...

Kimisi kendini geliştirerek değişir, kimisi kendini dibe çekerek değişir... Olduğu yerde sayanlar mı? Kuşkusuz onlarda kendini dibe çekenler arasında...

Hedefi olmayıp boş boş yaşayan, ailesine önem vermeyen, küfür’ü ağzında sakız edinen, dedikodu yapmadan duramayan insanlar hangi gruptadır; hedefi için her gün bir şeyler yapan, ailesine önem veren, insanlara saygılı, ne söylediğini bilen insanlar hangi gruptadır hadi buna bir cevap verin…

Peki hangi kategoride olmak daha iyi?

“Ne lanet adam, tembel, elinden bir iş gelmez, onunla muhatap olunmaz” diye mi düşünse daha iyi çevrenizdekiler yoksa; “ne kadar iyi bir insan, çalışkan, hoşsohbet” diye mi düşünülse daha iyi?

Ne kadar güzel ki; Yüce Yaradan bizlere düşünebilme yetisi vermiş, iyiyi güzeli huy edinelim diye Kutsal Kitabımızı göndermiş... E neden be insanoğlu, neden kötüyü örnek alırsın kendine?

Değişim demiştim değil mi? Düşünebilen varlık dedim insanlar için... Evet işte onlar bugün beğendiğini yarın beğenmez... Dün beğenmediğini de bugün beğenebilir... Oysa hayvanlar öyle mi? Köpek kediden hoşlanmıyorsa her zaman hoşlanmayacak demektir, değişmez... Ya bitkiler öyle mi? Yoo onlar da öyle değil... Çiçekler suyu dünde seviyordur bugünde... Onlarda değişir elbette ama elinde olmadan, bilinçli bir şekilde değil insanlar gibi... Uzun tüyleri olan bir köpeği tıraş ettirirsin görüntüsü değişir, çiçeğe su vermezsin solar… Bakın onların değişimi bile insanoğluna bağlı...

Geçen sene ton balığı yerdim neredeyse her gün, oysa şimdi hoşlanmıyorum. Siyah saç favorimdi şimdi ise kahverengi, yaşadığım şehri sevmiyordum artık seviyorum… Şu an yazdığım yazıyı bugün beğeniyorum belki yarın beğenmeyeceğim...




Neden evlenen insanlar olduğu kadar boşananlarda var? Nedenlerinden biri eşine karşı beğenisinin azalması değil mi bazı kişilerin, beğenisinin azalmasında, önceden kendine iyi bakan eşinin sonradan kendini boş vermesi de olamaz mı? Buyurun değişen bir çift... E tersi de var tabi, sevmeyerek evlenen kişilerin de zamanla birbirlerine karşı sevgi ve saygısı artabilir… O da bir değişim...

Hayatını iyi bir insan olarak geçiren bir kişi katil ya da hırsız olabilir pekâlâ, kötü bir insanda tövbe ederek iyi bir insan olabilir...

Herkesinde bildiği gibi değişmeyen tek şey değişim... 



ZAMAN YÖNETİMİ





Profesör sınıfa girip karşısında duran Dünya'nın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, "Bugün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız" dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan, kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan "Doldu" diye cevapladılar. Profesör "Öyle mi?" dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Bir öğrenci "Dolmadı herhâlde" diye cevap verdi. Doğru" dedi profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Tüm sınıftakiler bir ağızdan "Hayır" diye bağırdılar. "Güzel" dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek "Bu deneyin amacı neydi" diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen "Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır" diye atladı. "Hayır" dedi profesör, "bu deneyin esas anlatmak istediği eğer büyük taşları bastan yerleştirmezseniz küçükler girdikten sonra büyükleri hiç bir zaman kavanozun içine koyamazsınız" gerçeğidir". Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: "Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayâlleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir"
Profesör, ders bittiği hâlde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı gitti...


İNSANLAR





İnsan sinirlenir. İnsan kırıp dökmek ister. Uğraşıp emek verdiği halde, gerçekleşmeyen hayalleri gelir aklına. Kaybettiklerini, başaramadıklarını düşünür ve kahreder yaşamına. Kimi sessiz… Kimi haykırarak...
Bazıları ise, boş vermeyi tercih eder. Yansa dünya umurunda değildir. Ne gam ne keder vardır hayatında.

İnsan gözyaşı döker; bazen sevinçten bazen hüzünden.
Bazıları bilmez ağlamayı; öylesine derinden hissettiği hisleri yoktur çünkü.

İnsan yorulur; hayatın yükünü üstlendiğinde. Nefes almak için kısa bir mola ister hayatından.
Kimisi ise, yaşamını hızla tamamlamak ister dur durak bilmeden.

Kalabalıklar içinde olmak ister insan; yalnızlığını unutmak için.
Kimisi ise, kendisiyle baş başa kalmak ister; ya da sevdiği birkaç kişiyle.

Kimisi aşkla yaşar kimisi nefretle..
Kimisi korkularıyla uyur, kimisi huzurla...
Kimisi yerde arar mutluluğu kimisi gökte...


Benzemez ki kimse kimseye...

Kibarı da var kabası da, yalancısı da var dürüstü de, zengini de var fakiri de, duygusalı da var hissizi de, cahili de var bilgini de, miskini de var çalışkanı da, oralısı da var buralısı da...


Çeşit çeşit insan var; siyahı da var beyazı da...